19 Ekim 2008 Pazar

Her Yiğidin Yoğurt Yemesi Farklı

Arılığımızdaki arkadaşlar yavaş yavaş arılarını kış düzenine sokmaya başladı. Enver Sarıoğlu, maskesi olmayan arıcı abilerimizden. Şimdiye kadar sadece 1 kere, Haziran ayı sonunda akşamüstü arılardan bal alırken maske taktığını gördüm.



Minibüsun arkasında arılara verilmek üzere ballı çıtalar ve kek hazırlanmış. Açtığı arının ihtiyacına göre minibüsten gerekli takviyeyi alıyor.


Ben genelde fotoğraf çekerken arıların tacizine uğradığım için maskeli oluyorum, fakat Enver abi arılara karşı şerbetli onu sokmaya teşebbüs eden olmuyor.


Kovanı daraltmak amacıyla beyaz starfordan kesilmiş parçaları arılar kemirdiği için etrafı ince bir bez parçası sarılıyor.



Bu uygulama ile kovanın boş kalan yeri ile arıların irtibatı kesilmiş oluyor. Çıta üzerine konulan kek ile birlikte beslenme işlemi tamamlanıyor.



Yukardaki kovan sevgili arıcı ağabeylerimizden Mustafa Kabaoğlu'nun. Mustafa abi bölme tahtası amacıyla 1 cm kalınlığındaki kontraplakları kullanıyor. Bölme tahtasının boş kalan tarafına ise sırlarını açtığı yarım ballı peteklerden koyuyor. Arılar bu balı arılı tarafa taşıyor.



Mustafa abi bu sene bütün örtü bezlerini naylon çuval olarak değiştiriyor. Bir takım eleştiriler olmasına rağmen, naylon çuvalın en büyük avantajı, kapaktan kaynaklanan problemler nedeniyle yağmur sularının kovana sızmasını önlemesi.



Arılar bu mevsimde örtü bezini propolisle yapıştıramadıkları için kapak kaldırıldığında örtü bezi de kendiliğinden kalkıyor. Bu problemi engellemek ve daha kontrol edilebilir bir örtü bezi oluşmasını sağlamak için, örtü bezi köşelerden kovana zımbalanıyor.



Çuvalın ince olması ve soğuk geçirme ihtimaline karşı, üstlere birer kat da balonlu naylon konuluyor.



Yiyecek kontrolleri ve takviyesi yapılmış, bölme tahtası ile daraltılmış, üst örtüleri güçlendirilmiş kovanlar kış mevsimine girmeye hazır hale geliyor.



Mustafa abi arı açarken, körük, maske ve eldiveni asla ihmal etmeyen arıcılardan.

18 Ekim 2008 Cumartesi

Evde Şerbet Yapmanın Zorlukları

Büyükşehir arıcılığının en sıkıntılı taraflarından birisi, arıcılıkla ilgili bazı çalışmaları evde yapmak zorunda kalmamız. Baraka, depo türü yerler olmayınca, arılara verilecek şerbeti evin mutfağında yapmak zorunda kalıyoruz. Bunun oluşturacağı sıkıntılar herkesin malumu.



Çuval ile toptan şeker alıp bunu evde saklama imkanı yok. O yüzden her hafta ihtiyaç kadar şekeri marketten alıyorum. Marketler arasındaki rekabet yüzünden bu tür temel gıda maddeleri toptan fiyatına yakın satılıyor. Ben şekeri kilosu 2.18 ytl den aldım.



Arıcılığa ilk başladığım yıllarda ve daha sonraları da başka arıcı arkadaşların yaptığı bir yanlışı zamanla farkettim. 1/1 şerbet hazırlanırken, şerbet hazırlanacak kabın yarısına kadar şeker dolduruluyor ve daha sonra kap ağzına kadar su ile tamamlanıyor. Basit mantık ile bu yöntemle 1/1 oranında şerbet hazırlanmış gibi gözükse de, su oranı oldukça fazla oluyor. Ben şerbeti stok amacıyla 2 şeker 1 su şeklinde hazırladım. Daha önceki denemelerimde 5 lt pet şişeye 4 kg şeker koyunca bu oranı yakaladım. 2/1 şerbet hazırlandığında, şeker konulan kabı doldurdu dolduracak gibi oluyor.



Elektrikli ısıtıcıda ısıtılmış suyu şekerin üzerine koyduktan sonra, kapaklar kapatılıyor ve her şişe 5 dakika kadar çalkalanınca şeker büyük oranda eriyip şerbete dönüşüyor.



Tabi mutfakta yaptığım çalışmayı özellikle hanımın evde olmadığı zamanlara denk getiriyorum. :) Çıkabilecek problemleri bir çok arkadaşımız tahmin ediyordur. İşim bittikten sonra yere şeker dökülmüş olduğunu farkettim, kendimce yerleri sildim, mutfağı bulduğum gibi bıraktım. Ama hanım eve gelip mutfağa girer girmez, ilk sorusu yine şerbet mi yaptın oldu.



Şerbeti arılıkta yapamamanın bir başka psikolojik yönü daha var. Bu konuda kendimi ciddi bir baskı altında hissediyorum. Artık şerbeti üçüncü kattan arabaya indirirken, komşular içinde ne olduğunu görmesin diye siyah poşetlere koyuyorum. Çünkü açıkta şerbet götürünce çok manalı bakışlar oluyor, bal alan bir komşumuzun sen de mi şeker veriyorsun sorusuna muhatap oldum. Dilim döndüğünce olayın mantığını anlattım, bu mevsimde bal üretimi yok arıların kışlık ihtiyacı için veriyoruz dedim. Fakat bakışından kafasındaki soru işaretlerinin hepsinin kalkmadığı belliydi.

12 Ekim 2008 Pazar

Taşı Delen Suyun Gücü Değil, Damlaların Sürekliliğiymiş...

Blogumdaki eski yazılarda arıları koyduğumuz yerin, eski dönemlerde bir hafriyat döküm alanı olduğunu, arıları yerleştirirken zemin düzenlemesi yapmaya fırsatım olmadığını yazmıştım. Ağustos ayında ufak tefek uğraştım ama zemin çok sert olduğu için çalışmalarım sonuç vermedi. Yağmurların yağmasıyla birlikte zemin yumuşayınca bana da gün doğdu.



Elarabasıyla gezemeyecek kadar girintili çıkıntılı bir arazi yapısı vardı.



Her hafta yaptığım azar azar çalışmalar sonunda pazar günü çalışmayı bu şekilde sonuçlandırdım. Kışın arıları düzelttiğim bu bölüme taşıyacağım ilerleyen dönemlerde de arıların şimdi bulunduğu yeri düzelteceğim.





Bu kadarcık bir araziyi düzeltebilmiş olmanın bende uyandırdığı sevinç ve keyif, Anadolu'daki bir çok arkadaşımıza abartılı gelebilir. Çünkü onlar bahçe işlerinde belki hergün bunun 3-5 kat fazlasını yapıyorlardır. Fakat biz sürekli büroda, fiziksel olarak pasif durumda çalışmaya ve büyükşehrin önümüze herşeyi hazır getiren konforuna alıştığımız için, kazma kürek işlerinde oldukça zorlanıyoruz.







Toprağın altında tepe gibi görünen yerleri eşeleyince altından büyük asfalt parçaları çıkıyor, beni en çok zorlayan o parçaları yerinden çıkarmak oldu.



Her hafta yaptığım yarım saatlik çalışmalarla bu sonuca ulaştım. Fiziksel olarak birgün sabahtan akşama kadar kazma kürek çalışabilecek eforum yok. Ama hedefi iyi koyunca, ve sürekli azar azar da olsa yapınca, sonuca gidilebiliyormuş. Bu sonuca da tahminimden erken ulaştım üstelik.

4 Ekim 2008 Cumartesi

2008 Ramazan Bayramı Böyle Geçti

Büyükşehirlerde artık bayramların kendine özel olan anlamı kaybolmaya, sıla-i rahim özelliği unutulmaya yüz tuttu. Bayramlar yıllık izine ilave edilen tatil imkanları olarak görülmeye başlandı.


Biz ailecek her bayramı köyde akrabalarımızla birlikte geçirmeyi tercih ediyoruz. Çocukların da buna hiç itirazı yok, çünkü İstanbul'da göremediğimiz birçok gelenek köyde hala canlılığını muhafaza ediyor. Bayram namazı çıkışında bütün köylüler yaş sırasına göre diziliyor ve en yaşlıdan el öpülmeye başlanıyor. Bu şekilde dargınlar dahil bütün köy bayramlaşmış oluyor.




Bayram sabahı sisli puslu başladı. Gece ile gündüzün ısı farkından dolayı genelde sabahları bu manzara ile uyanıyoruz.



Bayram kahvaltısını yaptıktan sonra vakit geçirmeden bütün köylüleri ziyaret etmeye çalışıyoruz. Özellikle yalnız yaşayan yaşlıların bayramını kutlamak Enes ile Merve için özel bir anlam ifade ediyor. Çocukların şimdiden bu kültüre sahip olarak yetişmesi, köy ortamını ve köy kültürünü kanıksayıp yabancılık duymamaları benim açımdan sevindirici bir olay. Gerçek adını bilmiyoruz ama Enes ile Merve'nin Hakim teyzesi. Çok konuşkan ve çok nüktedan birisi. Onunla muhabbet edip karnın ağrıyıncaya kadar gülmemek mümkün değil. Anlattığı bir olaya hala gülüp duruyoruz aramızda.



Eski hurdalar arasında Enesin dikkatini çeken bir araç. Bu bir Çıkrık parçası. Tabi çıkrık deyince Enes için hiçbir anlam ifade etmiyor. Topu topu 25-30 yıl öncesine kadar tarlalarda pamuk ekilirdi. İnsanlar çırıkta eğirdikleri pamuk ipliğinden dokudukları kumaşlarla giyinirlerdi.



Bayram gezmesine çıkmış çocuklar. Sağdakiler İstanbuldan gelmiş. En sol ortadaki köyde yaşıyor.



Asiye teyze, ben çocukken de böyle yaşlı birisiydi. Onlar mı zamanı durdurdu biz mi hızlı yaşlandık hiç anlayamadım. Yalnızca yürürken elindeki deyneklere yaslanma ihtiyacı hissetmiyordu.



Ev ziyaretlerinin değişmez geleneği, bayram sofrası.



Siz ne derseniz deyin, ne kadar yemek istemediğinizi söylerseniz söyleyin, yer sofrası hemen kuruluyor. Acı tatlı Allah ne verdiyse, tadına bak deniliyor. Hastayım, şekerim var, kolesterolüm yükseldi gibi mazeretler yok.



Son ziyaretlerde siz yiyin, ben resim çekeceğim mazeretine sığınarak yemeklerden baya bir kaytardım. Bunu bulduğum iyi oldu, iki lokma alıp hemen ben bir fotoğraf çekeyim diye kalkıyorum sofradan.



Saldım çayıra mevlam kayıra arıcılığımız. Bayramın ikinci günü katları alma imkanım oldu.



Eski köy evleri, artık birer birer yok oluyor. Ahşap iskelet üzerine kerpiçten yapılıyorlardı. Fakat artık bu şekilde ev yapabilen, bu tür eski evleri tamir edebilen usta hiç kalmadı.



Çok eski evlerin avlu giriş kapıları bu şekilde. Sol taraftaki boşluk genelde misafir gelenlerin hayvanlarını bağlamak için kullanılırdı.



Eski evler genelde iki katlı oluyor. Alt katta yer evi denilen ve kışın oturulan duvarları oldukça kalın bir oda bulunuyor. İlk kapı evin girişi, ikinci kapı ise ahır girişi.



Üst kata ahşah merdivenlerden çıkılıyor. Hayat denilen geniş bir koridor bütün eski evlerde bulunuyor. Özellikle yazın kalabalık misafir geldiğinde bu hayatlar en güzel sohbet mekanıydı.



İkinci kata çıkılan ahşap merdiven. Tabi o da çağın özelliklerine mağlup düşmüş, eski kilimler kaldırılmış yerine halıfleks serilmiş.

Bayramın üçüncü günü akşamı komşu bir köye nişan törenine gittik. Köy meydanında gezinirken bir evin duvarlarında kullanılan taşlar dikkatimi çekti. Yukarıdaki taş bahçe girişinde yer döşemesi olarak kullanılmış. Üzerindeki yazılara bakılınca Bizans döneminden kaldığı anlaşılıyor.

Bu sütun da yine duvar inşaatında kullanılmış. Muhtemelen arkeolojik değeri yüksek eserler ama ne yetkililer olayın farkında ne de köylüler bu taşların değerinin bilincinde. İçinde define var mıdır diye kırılmadıkları ve duvar inşaatında kullanılıp bir şekilde muhafaza altına alınmış olmaları da bir şans.